Dil- Bilgi- Bağlam Münasebeti Ve Bazı Hûlasa Tedkikler
Şahsî Kalemimden
Bilginin Mahiyeti ve Bağlamı
Çağlar boyunca insanoğlunun çoğu zaman kendine en büyük gaye diye belirttiği bilgi (information) ferdin zihin ve hayatını muayyen bir düzene koyduğu gibi bir cemiyeti de sürü haline getirmekten ötürü şuurlu birer fertler grubuna inkılap ettirir. Bilginin esas kaynağını oluşturan prensiplerin başında ise şüphesiz ki dil gelir. Kültür, tarih, medeniyet ile beraber bir cemiyeti meydan getiren dil; doğumdan itibaren bir ferdi alâkadar eden ve ölüme kadar devam eden bir süreçten ibarettir. Esasında bugün dilbilim (Linguistics) ve filoloji'nin bize sarahaten gösterdiği şekli ile bilginin kaynağı olan dil; en hayati ehemmiyeti olan meselelerimizdendir. Dil tecrübe ettiği her tahavvülden (değişim) sonra, bazı istisnaları olmasına rağmen, çoğunlukla bir cemiyetin lehine gelişen bir süreçle neticelenir. Bu yönüyle bilginin dil ile münasebeti inkâr edilemez bir derecede mühim ve elzemdir. Bugün memlekette 50 sahifelik bir makaleyi aynı nispette 50-70 arası muhtelif kelimeler kullanarak yazan yazar, akademisyen oranının haddinden fazla olması meselenin ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Böyle bir şey hakikaten pek korkunç bir meseledir. Zira terakki hakiki manada dilin zenginliği ve bilginin genişliği ile peyda olabilecek bir meseledir.
Dil ile Bilginin Münasebeti
Dilin esas mahiyetini mütalaa etmek istediğimizde esasında bağlam (context) diye adlandırdığımız ilkeyi meselemizle bağdaştırarak açıklamak pek ala ve yerinde olur. Zira sonrasında pek ala üzerinde duracağımız bağlam (context), hakikatte sadece mekandan mekâna değil bunun yanında zamandan zamana da değişiklik göstermektedir. Bu ise mütalaa konumuzun konumuzun esasını teşkil eder. Meşhur dilbilimcilerden F. De Saussure'ün dil üzerine ortaya koyduğu kuramının ilk ilkesi "göstergenin nedensizliği” prensibidir. Hulasaten, Saussure’ a göre dil ile sözcük arasında peyda olan ilişki pek anlamsızdır hatta böyle bir ilişkiden bahsetmek dahi imkansızdır. Gösteren (signifiant) ile gösterilen (signifié) tamamen muhtelif imgeler şeklinde ortaya çıkarlar ve bu tamamen rastlantısaldır. Bir misal vermek gerekirse, köpek kelimesini analiz ettiğimizde gösteren (signifiant) k-ö-p-e-k harfleridir. Bunun mukabilinde gösterilen ise bu harflerden tamamıyla farklı bir biçimdir. Bu harfleri ve karşısında ki biçimi yan yana getirdiğimizde katiyyen bir uyuşma yahud benzerlikten bahsetmek gayr-ı kabili izahtır. Binaenaleyh gösteren ile gösterilen arasında kat’i bir surette içsel bir ilişkiden bahsetmediğimizden dolayı gösterge nedensizdir. 19. asırda gelişmeye başlayan dilbilimin günden güne terakki gösteren teknoloji sayesinde bugün geldiği noktada birçok fikriyatın tekrar gözden geçirilip muhakeme edilmesi pek elzemdir. Zira tabiî olarak birey değişti, cemiyet çok farklı süreçleri tecrübe etti. Birey zihnî, fikrî, manevî yönden ya tamamen daha da olgunlaştı yahud daha da bulanıklaştı. Böylelikle bugün kendisinden pek ala emin olunan bilgi tecrübeler neticesinde değişebiliyor. Böylece fert ve cemiyetin tarih akışı dahilindeki gelişimi dil ile muvazî (paralel) bir zeminde devam edegelmiştir. Şüphesiz ki bir milletin kendi şahsî dili ile olan münasebeti o milletin terakkisi ile kat’i şekilde doğru orantılıdır. Hakikatte bir dile ait olan kelimeler bağlam (context) açısından mekandan mekana pek ala bir değişiklik gösterdiği kadar zamandan zamana da pek değişiklik gösterirler. İnsan; fikrî tekâmül (olgunlaşma) devreleri geçirdikçe tabiî olarak kendi hayatına da bunu tatbik etmektedir. Dolayısıyla dil şahsî hayatın en müşahhas (belirgin) prensiplerinden bir tanesi olduğundan birinci derecede etkilenir. Hakikatte dilin en fevkalade özelliklerinden bir tanesi; aynı kelimelerin muhtelif zaman yahud mekanlarda muhtelif manalar kazanmasıdır. Bir misal ile meseleyi ele almak istersek şöyle diyebiliriz; Bir kişi pek âlâ sıcak bir yaz günü kendisine yöneltilen “hava çok sıcak, adeta pişti.” cümlesine karşılık tabiî olarak “gölgeye yahud şemsiyenin altına geçelim” cevabını verir. Lakin kapalı bir mekânda aynı cümleler sarf edilirse aynı şekilde “pencereyi yahud klimayı açalım” şeklinde karşılık verir. Aynı kelimeler böylece muhtelif hallerde karşılık bulur. Yani kelimelerin bağlama (context) muvazî (paralel) olarak ortaya çıkar. Meseleye daha da umumî ve geniş bir perspektifle yaklaşmakta pek fayda vardır. Zira cemiyetlerin düşünce tarzlarının ve formasyonlarının şekil bulmasında en müşahhas etkileri haiz dile, herkesin yaklaşımından daha farklı ve ciddi bir yaklaşımla temasta bulunmak lazımdır. Hiç olmazsa şahsî kanaatimize göre bu böyledir.
Bilginin Çağlar Boyunca Geçirdiği Tahavvüller
Diğer bir tarafta kelimedeki ve dolayısıyla dildeki bu çeşitlenmelerin başka bir boyutu daha vardır ki bu daha umumî manada canlı topluluklarını etkiler. Esasında; Platon, Menon diyaloğunun giriş babında erdem üzerine fikirlerini beyan ederken sorduğu suallerin birkaçı şöyledir; Erdemin asıl mahiyeti nedir? Tanrı vergisi mi? Doğa vergisi mi? Yoksa tecrübe ile zamanla mı elde edilir? Böyle bir sual silsilesinin esas cevabı kadar kendi içinde barındığı hakikat de pek ehemmiyetlidir. Zira bugün erdem, ahlak, haysiyet ve sair prensipleri ile mücehhez olunmuş (donatılmış) fertlere duyulan hasret pek âlâ derindir.
Ma’mafih Aristo; bir cemiyet efradını, tabiri yerindeyse, yücelten erdemin çıkış ve cemiyete sirayet noktasını mütalaa etmeden evvel esas manasıyla erdemin ne olduğu ve ne olmadığı üzerinde bir mütalaa yapılmasını ister. Zira siz bir şeyin ne olduğu ne olmadığımı kavramadan onun üzerine fikir beyan ederseniz hakikatin üstünü örtmekle kalmaz ayrıca hakikate giden yolu da muamma bir hale getirirsiniz. Bu konuda İoanna Kuçuradi’nin “ değişen bilgi değil aksine bilgi nesnesidir.” Sözü meseleyi pek sarih şekilde ifade eder. Yani her çağda bilgi aynıdır sadece bilginin esasını teşkil eden olgular, fikirler, imgeler çağdan çağa değişir. Öyle ki 3 asır evvel bir cemiyete alakadar eden prensiplerin başında daima kültür, ahlak, erdem gibi unsurlar gelirken bunların yerini teknoloji, garplılaşma, modernleşme ve sair unsurlar almıştır. Daha da umumî bir mana ile bir vakit öncekine kadar yeryüzünde birbirine hükmedip topraklarını genişletmeyi gaye edinen küresel devletler; bu savaşlarını uzaya hatta gezegenler arasına taşımış durumdalar. Bununla birlikte sulh, savaş gibi olguların ne derece umumileştiği ve bunun yanında muhtelif manalar kazandığı açıkça meydandadır. Çünkü beşeriyetin dünya görüşü değişti. Ölçüleri, gayesi, umumî nizamı, cemiyet formasyonu, içtimaî ve ferdî tekâmülleri değişti.
Bugün tarih ilminin perspektifinden, meseleye muvazî olması şartıyla, meseleyi temaşa ettiğimizde pek âlâ hakikatlerle yüz yüze geleceğimiz muhakkaktır. Çok değil sadece bir asır evveline kadar dünya milletlerinin esas müşterek davası tabi oldukları saltanatları, sultanlıkları veya imparatorlukları müdafaa etmekti. Bu sadece ferdî bir zorunluluk değildi, ayrıca atalarından kalan bir miras idi. Zira birer ulvî hakikat mahiyetinde olan bu nevi’ fikirler ferdin dava ettiği prensiplerdendi. Bugün ise geldiğimiz noktada beşeriyetin esas davası demokrasidir. Cemiyetlerin şekli ve oluşumları buna dayalıdır. Bu umumî nizam her memlekete, her beşer topluluğuna, her fikrî oluşuma ve her ulvî vaziyete sirayet etmiş durumdadır. Hakikatte burada nihaî gayemiz herhangi bir yönetim şeklini müdafaa etmek yahud bunun mütalaasını yapmak değildir. Sadece üzerinde kafa yorduğumuz bilgi, dil, bağlam prensiplerinin ne derece muhtelif manalar kazandığını ve bunların içtimaî sahadaki yansımalarını takdim etmek, çağdaş dilbilim sahasının gittikçe umumileşmesi neticesinde fert-dil ilişkisinin esas mahiyyetini daha sarih şekilde belirtmek ve daha da mühim olan cemiyet psikolojisini tarih ve felsefe ilimlerinin perspektifinde ve tarihî olaylar çerçevesinde pek hulasa ve basit eşekilde ele almaktır.
Evet, bugün geldiğimiz noktada içtimaî düzenin esas birer ahengi sayılan ilmî, fikrî, manevî olguların cemiyete ne derece etki ettiği meydandadır. Türkiye cemiyeti gibi alemşumül bir medeniyet ve tarih telakkisine sahip cemiyetlerin bu derece bir fikrî olgunlaşmaya iştirak etmekten imtina etmemesi de pek mühimdir. Zira büyük mütefekkir Cemil Meriç’in dediği gibi müşterek bir esas ancak böyle tesis edilebilir.