"Kendimizi; aramakta olduğumuz hiçbir yerde bulamadık. Hareketlerimizin gayesi hep terakki iken neticesi hüsran olmakta.
Çünkü yüzümüz Garba dönükken fikrimiz hâlâ Şarkta."
"Kendimizi; aramakta olduğumuz hiçbir yerde bulamadık. Hareketlerimizin gayesi hep terakki iken neticesi hüsran olmakta.
Çünkü yüzümüz Garba dönükken fikrimiz hâlâ Şarkta."
Son Asırlara Dair Umumî Vaziyetimiz
Şahsî Kalemimden
Vaziyetimiz
İçinde bulunduğumuz vakit itibariyle beşeriyet namına tüm süflî çağlar gibi aydın asırlar da kapandı, geride kaldı. Beşeriyet süflî çağlarda daima aşkı, aydınlığı, hürriyeti, hukuku tahayyül etti. Bunları elde etmek için türlü emek ve gayretini sarf etmekten imtina etmedi. Kralların memleketleri tahakküm altına alan buyruklarına itaat etmekle yetindi. Son çare olarak dileğini gönlü ile tasdik etmekle beraber dili ile ifade etmeyi de ihmal etmedi. Bu karanlık çağlardan sonra felaha yani aydınlığa kavuşunca da bu sefer şükrünü eda edeceği yerde eskilere lanet etmekle, irfanını çiğnemekle meşgul oldu. İlk saldırılan cephe de iman cephesi oldu. İbadethaneler garip kaldı. Kiliseler, mescitler, camiler birkaç hayırseverin yardımıyla ayakta kalmakla yetindiler. Din adamlarına karşı kin ve nefret beslendi. Ağzında birkaç dua kelimesi duyduklarını çarmıha germekle tehdit ettiler. Bütün bu hodbinliklere rağmen bir şeyi unutmuşlardı; süflî çağlarda kendilerine hareket kaynağı teşkil eden felsefenin bugün saldırmakla övündükleri mazinin kendisi olduğudur. İşin daha vahim bir hal almasına az kalmıştı ki yolunu kaybetmiş bu süflî azınlığın imdadına mazilerin fevkalâde ilhamından icazet almış fikir adamları yetişti. Bu fikir adamları, filozoflar, toplum bilimciler fazilet ve erdemi inşa etmiş oldukları mektep sisteminin temeline yerleştirdiler. Faziletsiz bir fikrin, erdemsiz bir hayatın, idealsiz bir neslin ve ahlaksız bir yönetimin beyhude olduğunu pekâlâ bilmekteydiler. İman ve ruhu noksan olsa bile fert; Hristiyan, Yahudi veya Hindu akidesine karşı müsamahakâr olmayı kendine vazife bildi. İnanmasa bile isyan edemezdi. Peki bu beynelmilel içtimaî buhran içinde biz nasıl vaziyet aldık?
Tecrübe ettiğimiz buhranlarımızın ilki siyaset buhranıdır. İmparatorluktan sonra elimizde kalan toprak parçası üzerinde demokrasinin ilk ve en mühim provasını gerçekleştirmek kabiliyetini, gayretini ve cesaretini memleketin siyasetçileri kendilerinde buldu. Hakikatte bu demokrasinin avuçta kalan son aziz vatan parçası üzerindeki ilk tecrübî tatbiki olarak nitelendirilebilir. Zira I. Cihan Harbi’nin hemen akabinde bu hadiselerin meydana gelmesi siyaset adamlarının bu tarihî misyonu yapmak kabiliyetine sahip olduklarını beynelmilel sahada kanıtlamak şevkinden meydana gelmektedir. Öte yandan Tanzimat’tan beri memleketin terakki davasını üstlenmiş bulunan aydın adamlarımız, tabiî bir surette, terakkinin esas şartının hürriyet olduğunu iddia ettiler. Pekâlâ, hürriyetin olmadığı yerde fikirler yeşermez, hakimiyet kurulmaz, vazifeler hakkıyla yerine getirilmez, içtimaî sulh sağlanmaz, en mühimi fert sevgisi görülmez. Onlara göre bu kadar menfi (olumsuz) ahval arasında elbette garplılaşma imkansız olur. Garplılaşmanın şartı hürriyet, hürriyetin şartı garplılaşmak oldu. Avrupaîleşmek ile ruhumuzu körelttikten sonra ideolojilere esir olduk. Komünizm belası bir karabasan gibi hem siyasetimize hem de mekteplerimize sirayet etti. Hem nesillerimizi esir aldı hem mazimizi unutturdu. Hem zihinlerimizi felç etti hem ufuklarımızı daralttı. Hem din mefkuremizi bertaraf etti hem ideallerimizi kendine köle yaptı. Hem istikbalimizi işgal etti hem sosyalizme ve emperyalizme cesaret verdi. Sonrasında; birkaç on yılda aziz milletin gayret ve emekleriyle yetiştirdiğimiz üç beş haysiyetli fikir adamını memleket işlerinin başına getireceğimiz yerde maziyi övmeleri gerekçesiyle çağdışı, yobaz diye damgaladık. Cemiyet ve mekteplerden tecrit ettik. Ruh dünyamıza yöneleceğimiz yerde batı cemiyetlerinde olduğu gibi madde dünyasına esir olduk. Mefkuremize sarılacağınız yerde hülyalara daldık. Tarihî vizyonumuzu hatırlayacağımız yerde batılılaşmak ile meşgul olduk. Avrupa maddeciliğinin kâbusu ile kuşatıldık. Mektep ve üniversiteleriniz ideolojiperest yetiştiren birer fabrika olmaktan öteye gidemedi. Ferdin ruhî iştihalarını harekete geçirmek yerine zevk ve şevki nihaî gaye olarak teşhir etti. Halihazırdaki buhranlarımızın temeli Tanzimat'a dayanır. İdealsizlik ve ruhsuzluk o vakitten beri içtimaî hastalığımız olmuştur. Bu içtimaî hastalıklar garplılaşmamız ile cemiyetin bir uzvu haline gelmiştir.
Netice itibariyle zahiren anlaşılmış bir hakikat vardır ki o da şudur; halihazırda maddeten güçlü olan her devletin hareket felsefesinin kaynağı asırlık mazilerine dayanmaktadır. Şahsiyetsiz fert hasta olduğu gibi mazisiz devlet de hem muhaldir hem çürüktür. Büyük, güçlü ve alemşümul milletler varlıklarını mektepleri vasıtası ile sürdürürler. Tarihten ders alır, kültürleriyle övünür, medeniyetleriyle de istikballerini inşa ederler. Bir Fransız musikisiyle gurur duyar. Bir Alman felsefesiyle, bir Rus edebiyatıyla, bir İtalyan tekniğiyle, bir Yunan medeniyetiyle, bir Çinli lisanıyla gurur duyar. Peki biz neyimizle gurur duymaktayız? Tarihten, maziden alınmış hiçbir hissemiz yok mudur bizim? Mazimiz öven herkesi hep taşlayacak mıyız? Padişahlara muhabbeti olanları her zaman cemiyetten tecrit mi edeceğiz? İslam tarihi ve ahkâmı ile övünenlere ne zaman yobazlık dışında bir kimlik bahsedeceğiz? Ne zaman Fatih'in, Kanuni'nin, Sultan Selim'in ulvî miraslarına sahip çıkacağız? Çinli adam Mao'nun bedbaht felsefesinden ilham alıyor. Rus komünizmden, Ermeni kültüründen, Avrupalı emperyalizmden ilham almakta. Bizim ise "Latin külahı görmektense Türk Sarığını görmeyi tercih ederim" diyen Bizanslı Notaras kadar mazimize muhabbetimiz olmadı. Üç beş senelik zorunlu eğitimin yanında birkaç senelik yüksek öğretim ile Murad Hüdavendigar 'lar, Fatihler, Yavuzlar yetiştirmek emelindeyiz. Lakin bilmiyoruz ki mazimiz ile münasebetimiz kopuk, maddenin tahakkümü altına girmişiz. Yüzümüz Garba dönükken fikrimiz hâlâ Şarkta. Gayemiz terakki iken emellerimizin neticesi hüsran, irademizin kaynağı zevktir. Şehitlere bir fatiha borcunu ödemekten imtina ediyor iken tüm gavur memleketlerini gezmek gayretindeyiz. Bugün geldiğimiz noktada artık emin olduğumuz bir netice vardır; her zulüm ve katliam maddeye esir olmuş devletlerin eseridir. Maddecilik kuvvetlendikçe fazilet, irade, erdem ve sair ulvî hakikatler haysiyetini yitirmiş cemiyetlerde birer külfet haline gelmektedir. Zira bu hakikatler ruhun zaferleridir ve ancak manevî bir tasavvur ikliminde tekrar görüneceklerdir. Bize düşen ulvî vazife beşeriyetin dilediği içtimaî sulhü ve refahı; ruhu maddeye muzaffer kılmak suretiyle tesis etmektir. İslam’ın bize bahşettiği müstesna kuvvet ile bunu mazide defalarca kez tecrübe ettik. Umumî terakki ve aydınlanmamızın ilk ve esas şartı mazimizle hemhal olmak ve onu zümre istibdatından kurtarmaktır. O vakit buhranları bertaraf edip istikbalimizi muhkem esaslar üzerine tekrar inşa edeceğiz!