Doğu Dünyasında ‘Müessese’ Tabiri, Asıl Mefhumu ve Sistem ile Olan Münasebeti
Şahsî Kalemimden
Filhakika bugün dilimizde pek yaygın şekilde kullandığımız, bazen bir sunî bütünlüğü bazen de devlet ve millet yararına çalışan bir birliği ifade eden kurum tabirinin kökeni tam bilinmemekle beraber bazı muayyen kaynaklara göre eski Türkçe olarak gösterilmektedir. Bugün temaşa edildiği gibi ‘kurum’ tabiri var olan tek bir olgu prensibine dayalı olarak işlev görmektedir. Bu tek bir olgu prensibi her haliyle bugün basitleşmiş olmasına rağmen cemiyetin tamamına sirayet edebilecek çareler peyda etmede nihayet derecede yoksundur. Zira teknoloji ve bilimin her şeyi en basit bir seviyeye kavuşturmuş olması cemiyetin kıyamete kadar dert ve tasadan berî (uzak) yaşayacağı manasına gelmez. Bilakis çağdaş bilim taammüm ettikçe ( umumîleştikçe) görülmemiş sıkıntılar tezahür etmekte ve beşeriyeti daha da tahakküm altına almaktadır. İşte böyle bir hengâmede ‘basitleşmek’ gayesinin pek iş görmeyeceği aşikârdır.
Zira bidayetten (başlangıçtan) beri dil, beşer topluluğunun diğer topluluklar üzerinde yegâne kuvveti elde etmesine olanak sağlayan vasıfların başında gelmektedir. Binaenaleyh, beşer tarihinde dil her daim pek muhkem bir vasıf olarak ehemmiyet arz etmekte. Zira medeniyetin, tarihin, fikrin, bilimin, haysiyetin bütünüyle dilden ibaret olmasıyla beraber tarih boyunca bunların birbiriyle muvazî (paralel) şekilde ilerlediği sarih şekilde meydandadır. Bu minvalde büyük üstad Cemil Meriç “Kâmus, bir milletin hafızasıdır. [1]” sözünü zikreder. Aynı şekilde başka yerde üstad “Kamûs namustur.” der. Namus yani hem ferdin hem cemiyetin uğruna yaşadığı ulvî hakikat.
Aziz okuyucular! Evvelce bahsolunduğu üzere dil, bir medeniyetin esasıdır. Bu medeniyetin sirayet etmiş olduğu bütün cemiyetler bir şekilde mezkûr (bahsi geçen) medeniyetin dili ile münasebette bulunmuş olmalarıyla beraber belki de kıyamete kadar birbiri ile bir şekilde bir murakabe (iletişim) halinde olacakları muhakkaktır. Esasında tarihî gidişata bakıldığında şüphesiz ki bir dilin en bariz ve geniş manada başka bir cemiyete sirayeti, halihazırda ki teknoloji çağını berî tutarsak, imparatorluklar devrinde meydana gelmiştir. Buna bir misal verecek olursak ; çağdaş Avrupa’nın kökeni sayılan Yunan medeniyetinin ilminin, felsefesinin, biliminin, belki de en mühimi olan dilinin Arap yarımadasına dolayısıyla müslümanlara sirayeti Roma İmparatorluğu zamanında meydana geldi. O zamanlar Anadolu’nun batısı, güneyi ve hatta Suriye, Irak civarına kadar hüküm süren Yunan medeniyetinin bilhassa felsefesi müslüman alimler tarafından tercüme edildi.[2] Böylece mükemmel Arapçanın felsefe ile bir araya gelmesiyle alemşümul İslam felsefesinin temeli zuhur etti. Ma’mafih bununla beraber tarihte cemiyetlerdeki en büyük tahavvüllerin (değişimlerin) dil ile meydana geldiği sarih şekilde meydandadır. Dil ve medeniyet hakkında ki bu mülahazalara (düşüncelere) şimdilik bir ara vermekle beraber esas meselemize dönelim.
Evvelce kurum tabirinin tek bir olgu prensibine dayandığını ifade etmiştik. Bu tabirin müessese ile olan münasebetini dile getirirken en fazla odaklanacağımız esas nokta müessesenin daha çok içtimaî prensipler bütünlüğünü ifade eden bir tabir olduğudur. Dilimize Arapçadan geçmiş bulunan müessese tabiri cemiyette bir bütünlük arz etmekle beraber muayyen zamanlarda ve muhtelif bağlamlarda kullanılagelmiştir. Asıl olarak imparatorluk devrinde daha çok eğitimden bahis olunurken kullanılan, bugün maalesef ki halk kitlesini bir tarafa bırakın neredeyse akademisyen olan adamların dahi ağzına almakta imtina’ ettiği ve tabiri yerindeyse sadece fikir adamlarının dile olan hizmetleri sayesinde ayakta kalan tabirlerden olan müessese; elbette ki daha umumî bir manaya sahiptir. Zira teknoloji ve bilimin bu derece terakkisi dilde basitleşmeyi her ne kadar zarurî kılmışsa da bunun tersi mahiyetinde ki aksülameller daha da ağır basmaktadır. Ma’mafih, devlet yahud şahsî birçok üniversitede 20 yıllık profesör olanların 100 sayfalık bir makale yahud eseri tamamıyla 60-70 civarı kelimeyle yazmaları meselenin vahametini gözler önüne sermekle beraber ciddiyetini de aksettirmektedir. Esas şekliyle bir zamanlar Anadolu’da içtimaî yardımlaşmayı ve bilhassa esnaf dayanışmasını teşkil eden vakıf müesseseleri bu minvalde verilebilecek en mühim ve muteber misallerdendir. Hakikaten bugün medeniyet(!) tellallığı yapan Batı aleminin 5 asır sonra dahi ulaşamayacağı içtimaî yardımlaşmayı Selçukoğulları ve Osmanoğulları bundan 7 asır evvel çoktandır başlatmış bulunmaktadırlar. Zira Osmanlı’da ilk vakıf müessesesi Orhan Gazi Hz. zamanında faaliyete girmiştir. Sonrasında bu miras, bilhassa Çelebi Mehmet, Murad-ı Hüdavendigar ve II. Murad Hz. gibi padişahlar zamanında pek mükemmel bir şekilde gelişip umumîleşmişlerdir. Bu vakıf müesseselerinde halkın bilhassa başta eğitim, barınma, meslek edinme, sağlık ve sair muhtelif sahalarda ki terakkisi esas alınırdı. Elbette ki bir cemiyeti ayakta tutan amillerin başında gelen ‘ahlak ve maneviyat’, vakıf müesseselerinin pek ehemmiyet arz ettiği olguların başında gelirdi.[3]
Filhakika sistem tabiri münakaşa edildiğinde, her türlü tenevvüllerin (çeşitlenmelerin) inanılmaz bir seviyeye varmış olduğu bugünki cemiyetlerde tek bir anlamı üzerinden meseleye yaklaşıldığında hakikî ciddiyet göz ardı edilmekle beraber varılan neticeler de keyfiyyet (kalite) yönünden yetersiz olur. Bu meseleye muvazî olmak üzere çağdaş Avrupa’da cemiyet biliminin (sosyoloji) kurucuları arasında gösterilen, Fransız ilim adamları Marcel Maus ve Paul Fauconnet sistem tabirini pek sarih şekilde tanımlamaktadırlar. “Grande Encyclopedie”nin otuzuncu cildinde yer alan ve üstad Cemil Meriç’in kızı Prof. Ümit Meriç tarafından Türkçe’ye tercüme edilen “Sosyoloji” adlı makalenin 7. sahifesinde sistem tabiri şu şekilde ifade edilir; “Karşılaştırmalı hukuk ve dinler tarihinden öğreniyoruz ki, bazı müesseseler başka müesseseler ile birleşerek bir sistem meydana getirirler.“[4]Ma’mafih garp aydınının bugün yazdığını Osmanoğulları’ndan evvel Selçuklu’ların bunu, çoğunlukla eğitim sisteminde olmak üzere evvelce bahsedildiği gibi, 8 asır evvel yapmış olduğu pek aşikârdır. Yani imparatorlukların haiz olduğu eğitim sistemi dediğimiz şey esasında en az iki umumî müessesenin cem etmesiyle meydana geliyordu. Misal olarak; camii müessesesinin yanına bir medrese müessesesi inşa etmek geleneği. Hatta ilk müslüman devletlerinden başlamak suretiyle geçen asra kadar uygulanagelen bir gelenekti bu. Filhakika müslüman ahalideki bu pek mühim gelenek Hz. Peygamber zamanından bizlere intikal etmiştir. Zira Hz. Peygamberin, hicretin hemen akabinde inşa ettirdiği Mescid-i Nebevî evvelinde namaz kılınan bir mekân iken sonrasında bu mekânın faaliyetleri genişletilmiş ve nihayetinde ilim de öğrenilen bir medrese halini almıştır zamanla. Yani İslam’ın ilk müdavimleri, müşterek faaliyetler için kullanılan bu mescidin içinde Hz. Muhammed’in dizinin dibinde yetişmişlerdir. Nâzil olan ayetler burada Hz. Muhammed tarafından sahabe efendilerimizle tahlil edilirdi. Müslüman cemiyetinde hasıl olan meseleler burada neticelendirilirdi. Hatta sahabeler arasında cereyan eden münakaşalar da Hz. Muhammed önderliğinde bu mescitte tahlil ve tedkik edilirdi.
Ma’mafih bu müessese usulü sonraki müslüman devletleri zamanında daha da alemşumül bir hal alarak umumîleşmişlerdir. Hatta zamanla bunlara aşevi, hamam gibi yapılar da eklenerek “Külliye” adı verilmiştir. Buna verilecek sayısız misal vardır elbette. Anadolu’da yapılan akın ve savaşlarda pek muhkem bir bölge olan, bu sebeple diğer birçok vilayetten evvel i’mar edilen Kayseri’de bulunan ve dönemin Selçuklu hükümdarı olan İzzeddin Keykavus emriyle 1249 senesinde inşa edilen Hacı Kılıç Camii ve etrafında sıralanan medreseler en vazih misallerdendir. Aynı minvalde Konya’da bulunan ve inşası imparatorluğun son devirlerine denk gelen Sahip Ata Külliyesi’ni de zikretmekte fayda vardır. Bu devirde İslam bilim ve felsefesi adeta altın çağını yaşamaktaydı. Her ne kadar Moğol baskısıyla pek kısa süren bir fetret devri yaşanmışsa da hükümdarların basireti ve eğitime verdikleri ehemmiyet sayesinde müslüman cemiyeti tekrar ayağa kalkabilmiştir. Aynı minvalde bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nde de aynı müesseseleri görmekteyiz. En sarih şekliyle sultan Fatih zamanında inşa edilmiş Fatih Camii ve Külliye’si belki de bütün müslüman devletler boyunca yapılmış en nadide eserlerdendir. Bütün sultanlar arasında her bakımdan zirvede olan Sultan Fatih’in burada da farkını hissettirmek istemiş olabileceği muhakkaktır. Medreseler ile bezenmiş Süleymaniye Külliyesi, Amcazade Hüseyin Paşa Külliye’si, Sultan Ahmed Medresesi ve Külliye’si ve daha birçok benzer müessese bu mirasın sayısız misallerindendir. Filhakika bu fevkalbeşer eğitim müesseselerinde her devlet devrinde görülmesi tabiî olan fetret zamanlarında her düşüşten, felaketten sonra devleti ve milleti felaha kavuşturan nice devlet adamı, fikir adamı, bilim insanı yetişti. Esas itibariyle bugün Batı aydınının zihninde canlandırdığı ve, üstadın dediği gibi, istikbalde görmeyi dilediği içtimaî düzeni bizler çoktandır mazide inşa etmiş bulunmaktayız. Binaenaleyh, bugün ‘Avrupalı’dan evvel kendimizi tanımamız’ zarureti vardır.