Son Birkaç Asırda Mekteplerimizin Geçirdiği İlmî ve Siyasî Değişimler Üzerine Kısa Bir Tahlil
Şahsî Kalemimden
Son 5 asırdır neredeyse her asrın başında mektep binalarımız ve onları vücuda getiren idealler hep değişmektedir. Ondan evvel mekteplerimiz, ilk ve de en şümullü değişimi Osmanlı Devleti vaktinde tecrübe etti. Daha kuruluş aşmasında iken İslamî bir esas üzerine inşa edilen medrese ve tekke müesseseleri daha sonra himayesindeki ilim çeşitliliğini de arttırarak bilhassa Orhan Gazi akabinde I. Murat devrinde devlet ve ilim adamı yetiştiren ana ilim merkezleri oldular. Timur gailesinden sonra bertaraf edilen Anadolu birliğini, bu ilim merkezlerinden icazet almiş devlet adamları tekrar kurmasını başarabilmişlerdir. Bu sarsılmaz siyasi mukavemet elbette ki kuvvetini medresede ki manevi mukavemetten almaktaydı. Padişahların sahip olduğu bu fevkalbeşer siyaset ufku ise bu manevi mukavemetin bir tezahürüydü. Timur 'un ordularının çekilmesinden sonra tahta oturan Çelebi Mehmet halihazırdaki mektep müesseselerinin yanında vakıf müesseselerini de sayıca artırarak umumileştirmiştir. Bu vakıfların en dikkat çeken vazifeleri şunlardı; esir azad etmek, fakirleri doyurmak, dağlara geçitler kurmak, kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, göç yolundaki leyleklerin bakımını yapmak. İçinde yaşadığımız asırdaki bu kadar terakkiye rağmen mezkur hizmetleri yapabilen devlet yoktur. Vasat bir aklın ve hayalin alamayacağı daha nice hizmetler ile donatılan bu içtimaî müesseseler; bizi biz yapan ve tarihte üstlenmiş olduğumuz vizyonu meydana getiren idealler olmuştur. Akabinde Sultan Fatih devrinde bu mektep müesseseleri daha da sistemleşerek imparatorluğun maarif mekanizmasını tek başına üstlenmişlerdir. Fetihten hemen sonra Sultan Fatin'in emriyle kendi içinde aşevi, hastane, medrese, hamam barındıran Fatih Külliyesi inşa edilmiştir. Fatih Külliye'sinin içinde bulunan Sahn-ı Seman Medresesi; devletin kuruluşundan beri sistemleşen maarif müesseselerinin zirvesini teşkil etmekteydi. Sadece devrinin değil tüm cihan tarihinde bile parmakla gösterilen devlet adamı Sultan Fatin ilmin ve bilimin mahiyetini son derece kavramış bulunmak taydı. Binaenaleyh dinî ilimlerin yanında kimya, fizik, astronomi, matematik ve sair aklî ilimlerin okutulmasına da son derece ehemmiyet göstermekteydi. Sonraki asırda ise artık bu müesseselerin üretkenliği katiyyen durmamakla beraber yavaşlama alametleri göstermeye başlamıştır. Esasında devlet nihaî sınırlarına ulaşmıştır ve tabiî bir surette zirve devrinin o ilmî, siyasî, iktisadî ihtişamı hâlâ mevcudiyetini korumaktadır. Maalesef ki 18. asır; varlığını devam ettiren devletler ve milletler açısından fevkalade buhranlar, savaşlar, ihtilaller barındıran bir yüzyıl olmuştur.
Bu asırda peyda olan umumî fitne ve zehirli akımlar cemiyetlerin psikolojisini yönlendiren esas kuvvetler olmuşlardır. Bilhassa yüzyılın sonuna doğru meydana gelen Fransız İhtilali’nin tesirleri şüphesiz ki en fazla Osmanlı İmparatorluğu gibi muhtelif ırk ve dinlere hitap eden devletler üzerinde temaşa edilmişti. Milliyetçilik akımları dahilî karışıklık ve isyanlara sebebiyet vermiş ve bu ihtilaflardan, tabiî bir surette, maarif müesseseleri de fevkalade etkilenmiştir. Muvakkat (geçici) ihtirasların cemiyetlere nüfuz etmesi ve siyasî anarşinin içtimaî hayatı kontrol eden ana mekanizma olması bütünüyle hadiselerin ciddiyetinin bir tezahürüdür. Zira demokrasi, hürriyet, müsavat (eşitlik) kavramları yavaştan cemiyet hayatına girmekte ve milletlerin maarifini tekrar şekillendirmekteydi. Bizi alâkadar eden bu gidişatın cemiyetimize yansımasıdır. Öyle ki bu süreç anlaşılmadan bugün tecrübe ettiğimiz buhranlara çare bulunmaz. İşte bu siyasî ahval arasında mekteplerimiz son derece menfî etkilenmiştir. Milliyetçilik akımlarının devlete sirayeti neticesinde peyda olan batılılaşma akımları en sert muhalefetle eğitim müesseselerinde karşılaşmıştır. İmparatorluğun artık haricî fütuhattan bir nebze de olsa feragat edip dahilî buhranlarla alakadar olması nihayetinde 19. asırda mümkün olmuş bir vaziyettir. Haddizatında bir yandan dahildeki muhtelif milletlerin gönlü hoş tutulurken diğer yandan da içtimaî zemini sağlamlaştırıcı tedbirler alınmaktaydı. Bu siyasî ve umumî tedbirlerin en tesirli adımlarını 17 sene arayla ilan edilen Tanzimat ve Islahat fermanları teşkil etmekteydi. Esasında bir kanun hükmünü alan her içtimaî hareket yahut siyasî adım bir şekilde mektep müesseselerine sirayet etmekle kalmamış, sonraki vakitlerde de etkisini sürdüren buhranlara sebep olmuştur. Bilhassa 17.asrın sonundan itibaren imparatorluğun siyaset mekanizması daimî bir surette Garp medeniyetine doğru meyletmiştir. Bu hengâmede mektepler; siyasî ve bürokratik sahadan uzaklaşma emareleri göstermekteydiler. Bu devirlerde mekteplerin, modernleşmeyi zarurî bir vasıf olarak gören devlet adamlarına bakış açısı alenen ortadadır. Bu minvalde adımlar atan padişahları dahi "dinden çıkmakla tenkid ve tehdit” etmişlerdir. Esasında bu hakikat şuurundan pek uzak nazariyedir zira bir memlekette mektepler aydınlanmanın ve terakkinin yegâne öncüsü olmak mecburiyetindedirler. Bunun yanında hariçte meydana gelmekte olan aydınlanmayı, cemiyetin sosyolojik ve psikolojik zeminini tahlil etmek suretiyle, cemiyete tatbik edebilecek aydın sınıfını yetiştirmek ile de mükelleftirler. Hâddizatında İslam, terakkiye karşı değildir bilakis kendi emel ve gayretlerini bırakıp körü körüne taklit etmekten men eder. Biz bunu I. Murat Han'ın, Sultan Fatih’in, Sultan Süleyman’ın maarif mefkurelerinde alenî bir surette görmekteyiz. Lakin devrin mektepleri bu prosedürü cemiyete tatbik etmede başarısız oldular. Evvelde kendimize akabinde tüm müslüman memleketlerine sirayet edebilecek bu umumî aydınlanmanın esas şartı; Sultan Fatih devrinin en mükemmeli olan maarif modelinin devam ettirilmesiydi. Bu minvalde aydınlanmanın fevkalade farkında olan devlet ricalinin karşısında modernleşmeyi de garplılaşmak ile aynı zeminde mütalaa eden bir mektep aydını zümresi bulunmaktaydı. Mamâfih her siyasî hareket beraberinde mektepler üzerinde bir korku ve endişe hegemonyası da getirmekteydi. Tanzimat ile beraber bu korku iklimi daha da belirgin bir vaziyet almıştır zira mektepler; Tanzimatçıların Avrupaileşme gayret ve emellerinin önündeki yegâne engel idiler. Bilhassa beşik ulemasının idaresi altında bulunan mektepler bu tepki mekanizmasının başında gelmekteydiler. Diğer yanda 19.asrın ortalarından itibaren imparatorluğun dahilî sınırlarına sızmış bulunan ideoloji ve akımlar artık yavaştan mekteplerde tatbikat sahası bulmaktaydılar. Tanzimat devrinin o hürriyet ve eşitlik havası; bir yanda azınlıkların ulus davası bir yandan da mektep talebelerinin "özgürlük protestoları"* şeklinde tezahür etmekteydi. İmparatorluk 20. asra doğru yol alırken bu talebe protestoları artık alenî bir şekilde devlet rejimini hedefe koymuş bulunmaktaydılar. Buradan çıkarılacak esas netice; bir vakitler garplılaşma aleyhinde olan mektep müderrislerinin yerini bütünüyle garbın ruhundan beslenen aydın zümresinin almış olmasıdır. Aynı devirlerde Avrupa mektepleri; Rönesans’ın terakki esasları üzerinde durmadan ilerleme alametleri göstermekteydi. Aynı şekilde, birtakım çekişme ve savaşlar haricinde, Avrupa kıtasının tamamında bu terakki ve sulhu takviye eden iki esas kuvvet bulunmaktaydı. Bunların ilki bizdeki ulvî İslam mefkuresine karşılık gelen Hristiyan ruhçuluğudur. İkincisi ise Antik Yunan medeniyeti ve Latin Kültürüdür.
20. asırda bizim mekteplerimizin ufkunda tezahür eden asıl mesele; memleketin garplılaşmaya dair aleyhteki nazariye ve düşüncelerini yumuşatmak ve akabinde Avrupaîleşmenin tüm alametlerini cemiyete mektepler vasıtasıyla tatbik etmek olmuştur. Mekteplerimiz günden güne ideolojilerin en hararetli münakaşalarının yapıldığı mevki derecesine gelmektedir. Esasında başka memleketlerde iflas etmiş süflî akımlar mekteplerimizde kendilerine tebliğ sahası bulmuş ve cemiyet üzerindeki zorbalıklarını mektepler vasıtasıyla idame ettirmişlerdir. Maarif sahasında tecrübe ettiğimiz buhranlarımız ne yarım asırlıktır ne de bir asırlıktır. Hakikatte Tanzimat’tan beri mekteplerimizin idarî, ulvî ve manevî mefkuresi garplılaşmak gayretlerinin yegâne kurbanı olmakta ve milletimizin umudunu bağlamış olduğu mesuliyet felsefesinden giderek uzaklaşmaktadır. Bu yönüyle aziz milletimizin mektep davasından ne anlamak lazımdır? Maarif buhranlarımızın akıbeti nereye varacaktır? Esasında her milletin istikbali, tarihte tecrübe etmiş olduğu hadiselerin birer tezahürü mahiyetindedir. Tarih ilmi ibret alınması gereken prensiplerin en fevkalade olanıdır. Her milletin sahip olduğu medeniyet tasavvuru; ancak nesillerin istikbalini inşa etmede kendisinden faydalanılırsa işlevsel olur. Aksi taktirde arada bir bahsi yapılan birkaç kuru bilgiden öteye gidemez. Bir milletin şahsî mefkuresi, tarih ile olan münasebetini ne derece muhafaza ederse o derece istikbalini daha sağlam ve şümullü temeller üzerine inşa edecektir. Şayet mekteplerimiz bu istikamete yönelirlerse buhranlarımız saadete, hüzünlerimiz sevince, tahakkümlerimiz galibiyete döner. Millet ve memleket düşmanı her fikir ve hareketi bertaraf etmek sadece mekteplerimizi, tarihin yakın bir devresine kadar sahip olduğumuz medeniyet şuurunun esaslarına dayandırmak ile mümkündür. Bu yönüyle nesillerimizin büyük gayret ve itimatla inşa edeceği istikbalimiz bir vakitler kıtalara medeniyet ve adalet götüren mazimizden icazet olmalıdır. Millî adam yetiştirmek tasavvurumuz Avrupaîleşme hülyasına feda edilmemeli ve millet maarifimiz her metot, fikir, tarz ve prensip açısından memleketimize ait olmalıdır. Mektepler hayatımızın ve cemiyetimizin her sahasını kuşatmalıdır. Her ilmî ve fikrî aydınlanma mektepte başlamalı ve buradan cemiyete yayılmalıdır. Bizce bu imkânsız birkaç hülyadan ibaret bir hareket değildir bilakis cemiyetin içinde bulunduğu bunalım ve çöküşün yegâne reçetesidir. Tanzimat aydınının siyasî ve içtimaî başarısızlığının bir neticesi olarak bize kalan bu bunalımları ancak millî mektep mefkuresi ile bertaraf edebiliriz. Öyle ki istikbaldeki terakkimiz bugün atacağımız adımların bir tezahürü suretinde meydana gelecektir.
*Bu talebe protestolarını 16.asır ortalarında başlayıp 17.asır başlarına dek süren "suhte ayaklanmaları ya da fesadı" ile karıştırmamak gerekir.