Bu ay ki yazımız; FELSEFENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Şahsî Kalemimden
Felsefenin Düşündürdükleri
Beşeriyetin başlangıcından bu yana felsefî birer ilke üzerine inşa edilen her hayat nizamı; hem umumî hareketlerimizin kaynağını teşkil etmiştir hem de ferdî menfaat ve hırslarımızı irademizin emrine tabi kılmıştır. İçinde yaşadığımız cemiyette tecrübe ettiğimiz her olumsuz ve vahim netice karşısında, bize sabır ve metanet bahşetmesi suretinde, sadece bedenimizi değil fikir ve ruhumuzu de vesveselerden muhafaza etmiştir. Sadece barışta değil savaşta bile orduların hareket sahalarını belirlemiştir. Evvelde dar bir kitleye hitap etmek vazifesini üstlenen felsefe; büyük medeniyetler ortaya çıktıkça ve imparatorluklar sınırlarını genişlettikçe daha da hayati bir mevkiye yükselmiş hatta Antik Yunan gibi medeniyetlerin temelini meydana getirmiştir. Bu yönüyle bugün bile felsefe; çoğu cemiyet ve kabilenin örfünü, ahlakını, kültürünü şekillendiren sistemdir. Bu perspektiften meseleye yaklaşınca her milletin şahsî bir felsefesi olduğun alenen görülmektedir. Asırların mahsulü olan bu felsefî düşünce yeri geldiğinde milletleri düşmüş oldukları fetret devrinden refaha ulaştırmış bazen de sefalet bataklığına saplanan gençliğe hareket şuuru bahsetmiştir.
Esasında Rönesans devrine kadar süregelen klasik felsefe içtimaî bir hüviyet kazanamamıştı. Olgulardan müteşekkil salt bir düşünce sisteminden ibaretti. Onunla sadece bilgeler ve devlet adamları alâkadar olmuştur. Bilge Sokrates devrinde putlara tapmamayı, felsefî bir esasa dayandırmak suretiyle, reddetmiştir. Zira ferdin kendi hüviyetinden ve şeklinden olan varlıklara iman etmesi ve kaidesiz bir hayat sürmesi; akıl ile izah edilse dahi, irade ve erdemi bertaraf edip şahsiyeti felç eder. Hürriyet ne putlara tapmaktır ne de kendinden üstün hiçbir ulvî güç kabul etmemektir. Bilakis hürriyet; bütün yaratılanlar arasında en üstün varlık olduğunun farkında olup bahşedilen nimetlerden faydalanmak ve kendi iradesinin nizamını fikir anarşisine feda etmemektir. Eski devirlerin genel ahkâmı itaat üzerinedir lakin bu çağımızda tecrübe ettiğimiz nefsine itaat değil de felsefe ve hikmete itaattir Bu yönüyle bütün inanç ve öğretilerin temeli mevcudiyetinin şuurunda olmak ve iradesini manevi idealler üzerinde inşa etmekten ibarettir. Zira her an aciz ve zaaf içinde olan fert ancak ulvî hakikatlere sarılarak ayağa kalkar. Ancak çelimsiz bir iradeye sahip fertler sunî ideallere kapılarak rotasını şaşırır ve mazisinden sıyrılır. Böylelikle aydınlanmadan anlaşılacak tek şey geleneği bütünüyle reddetmek ve asırların emeğini inkâr etmek olacaktır. Tabiî olarak bu bir şahsiyetsizlikten ve iradesizlikten öteye gidemez. Öyle ki bu münasebeti kavramak ve ufkumuzu aydınlatmak gayesiyle şu misali unutmamak lazımdır ki Kant felsefî fikirlerinin temelini; kendinden takriben 20 asır evvel yaşamış İskenderiyeli matematikçi Öklit'in kuramlarına dayandırarak meydana getirmişti. O halde sarahaten anlaşılıyor ki bugüne kadar her ilim dalı gibi felsefe de büyük hareketler ve değişimler yaşamıştır ve halihazırdaki hüviyetine Rönesans’tan sonra bürünmüştür. Ortaçağın despot düzeninden sonra fert, kendini bulacağı ve hakikatlerden ötürü çıkarcı bir ruh ile kendini kucaklayan her fikir ve ideolojiye müsamahakâr davranmıştır. Zira sert ve ciddi bir buhrandan sonra bahara kavuşmuştur. Böylece müspet ilimciliği hümanist felsefe ile birleştirerek yeni bir çağın temelini meydana getirmiştir. Ortaya çıkan fikrî teşkilat evvela ruhî kuvvetini Hristiyanlık akidesinden almakla beraber ahlak ve fazilet setlerini yıkacak zahirî kuvvetini de peyda olan pozitivist idealinden almaktaydı. Bütün beşeriyet farkına varmadan alemşümul (evrensel) bir tekamül devresine şahit olmaktaydı. Zira cemiyet formasyonunun teşkil olunduğu kaideler değiştiği gibi milletlerin umumî desturları da değişmekteydi. Çağdaş felsefenin menbaını (kaynağını) teşkil eden hususlar; insanlığa cazibe bahşetmek maksadıyla ferdin hareket sahasını ruhî ve manevî perspektiften koparıp maddî ve cismanî perspektife dayandırmaktaydı. Esasen asırların fikrî ve ahlakî mahsulleri bertaraf edilmiş yahud bir avuç zevke feda edilmişti. Fikir şevke, erdem kuvvete, fazilet savaşa, ideal ruhsuzluğa, mazi istikbale, hakikat ihtirasa, haysiyet riyakârlığa, ruh maddeye, varlık tekniğe esir oldu. Bütün bu menfî(olumsuz) hususiyetler temelinde kurulan yeni felsefî düşüncenin elbette ki Garb’ın diğer medeniyetler üzerinde hakimiyet kurmasını temin edecek bir anarşi kuvvetinden başka şey olmayacağı aşikârdı.
Diğer pozitif bilimleri gibi felsefe de bir zümre istibdatını ifade etmekteydi. İmansızlık çağının temelleri bu içtimaî buhranlar üzerine inşa ediliyordu. Verilen her ahlakî ve vicdanî taviz çağdaş ferdin şuur ve haysiyetinde derin yaralara sebep olmaktaydı. Tüm bu menfi ahval arasında “düşünüyorum, öyleyse varım" diyerek her ferde varlığının farkına varmasının esas şartının tefekkür etmek olduğunu hatırlatmak emelinde olan Descartes’ın ihtarı varlığını 3 asır dahi sürdüremedi. Petrol ve teknik ile sarhoş olan beşeriyeti birbiri ardına vuku bulan 2 Cihan Harbi kendine getirmede yetersiz kaldı. Erdem ve faziletin cemiyeti birleştirici iki esas kuvvet olması lazım iken ahlak yobazlarının dili ve kalemiyle cemiyete birer külfet olarak sunulmaktadır. Halbuki esas olan yeryüzünde sadece Batı cemiyetinin haiz olduğu nimet ve terakkiyi diğer tüm vasat cemiyetlere de bahşedecek umumî nizami meydana getirmektir. Çağdaş ideolojiler bu hakikatlerden mahrumdur. 19. asırda tekniğin zaferi neticesinde ortaya çıkan iktisadî hakimiyet sınıfı dünyada Yahudi kuvvetinin açıkça bir tezahürüydü. Nihayet milletlerin iktisat gücünü bütünüyle yöneten Yahudi intelijansı; bu emellerini fikir ve ilim sahasına da sirayet ettirmek gayesiyle kütlelerin zihninde türlü tefrikalar icat etmekten geri durmadılar. Darwin'e evrim teorisini, Einstein 'a atom bombasını, Durkheim'a cemiyetçi şuurunu icat ettiren bu kuvvettir. Felsefeye mazi ve geleneği çiğnettiren de bu süflî kuvvettir. Bugün gelinen noktada günden güne maddenin tahakkümü altına girip hakikati savunacağımız yerde akla zarar taassup ile sunî ideolojilere bağlanıp, nesillerimizi anarşiye feda etmekteyiz. Nesillerimiz insanlığın yarısına aşk, şevk ve hayranlıkla bakarken diğer yarısına da bazen kin ve hırs ile bazen de gamsız ve hevessiz bakmaktadır. Erdem, fazilet, maneviyat ve sanat idealleri madde ideallerine feda edilmiş ve içtimaî çöküş ruhun kabiliyetlerine galip gelmiştir. Temeli pragmatizm (yararcılık) tasavvuruna dayanan çağdaş felsefe, hakim zorba devletlerin istismar kuvvetinden ibaret olmuştur. Bu yönüyle bugün yeryüzündeki milletlerin çoğunluğunun tecrübe ettiği siyasî buhranlara sebep olan “idare olunma tarzları” bu zorba devletlerin milletlere telkin etmiş olduğu ümitsizliğin birer neticesidir. Bu minvalde esasında mezkûr( bahsedilen) siyasî anarşinin istismar bir hüviyette benimsenmesi birtakım kaidelere bağlıdır. Bunların ilki felsefî bir esasa dayanan siyasî anarşinin bir memlekette hakim kuvvet olmasıdır. Neredeyse yeryüzündeki her devletin teşkilatlanmasında bu sarahaten görülmektedir. Zira hakikatte yabancı idealler üzerinde kurulan her düzen bu minvalde yol almaktadır. Başka ve de hayatî bir prensip de felsefeye dayanan despot düzenin kendilerini savunacak zümreyi şahsen yetiştirmesidir. Tehditlerin bertaraf edilip daimî itaatin sürekli kılınması esasında bir zorba kuvvetin ihtiyacını zaruri kılmaktadır. Her ideolojinin felsefî temeli maddeyi hayat sahasının yegâne kuvveti olarak göstermektir. Çağdaş felsefenin emel ve uğraşlarından sayılan maziyi yok saymak prensibi; asrımızın istikbal davasında bir fetret mekanizması mahiyetini üstlenmektedir. Halbuki fertler hür olmak gayesiyle çıktıkları yolda tekniğin, maddenin istilasına maruz kalmaktadırlar. Bu noktada mazisizlik içtimaî bir hastalık halini alır ve maziden sıyrılmak felsefî ve vicdani bir telakkiye dayandırılır. Umûma hitap etmek vazifesi ile şartlandırılan ideolojiler; bir cemiyette "ihtilafı değil sulhü teşvik” edasıyla hareket etmelerine rağmen esasında ruh ve maneviyat cephesinde çoktandır ihtilaf kıvılcımını ateşlemiş bulunuyorlar. Büyük çoğunluğu okumayı, tefekkür etmeyi bir külfet sayan kütleden oluşan orta sınıf vatandaşları beşeriyetin aydınlanma davasını üstlenmiş gibi görünmektedirler lakin unutulan bir hakikat vardır. O da şudur ki kültür, fazilet ve maziden beslenmeyen bir aydınlanma beşeriyet namına bir azap, istikbal namına bir istismar, dünya namına bir anarşi olur. İhtiyar beşeriyet bunu her asırda tecrübe etmiştir. Bu asrın istismar kuvveti de tüm cemiyetleri Garp tipi demokrasi telakkisi ile yaşamaya zorlamak olmuştur. Bu bir seçenek değil bilakis bir zaruret halini almıştır. Böyle bir neticeye kim, neden, nasıl varmıştır, muamma. Bir yığın prosedüründen ibaret olan bu düşünceler umumî bir felsefî temele dayandırılınca meşruymuş gibi görünebilirler lakin şu bir hakikattir ki bir baytar sürünün tümüne aynı reçeteyi uygulamaz. Peki nasıl olur da tüm cemiyetlere aynı demokrasi reçetesi uygulanmaktadır? Esasında bir Asya’lının kendine has kültürü olduğu gibi bir idare şekli de olmalı. Bir Arap’ın şahsî yemek yeme hali olduğu gibi kendini alâkadar eden idare şekli de olmalı. Her millet sürüdeki koyunlar gibi birbirine benzerse o vakit şahsî çaba ve terakkinin ne ehemmiyeti olacaktır?
Bugün mesele sarahaten temaşa edilince adaletin, nizamın, demokrasinin, hakikatin, faziletin, idealin sadece nutuklardan ibaret olduğu anlaşılacaktır. Cemiyetlerin tecrübe ettiği her musibet ruh ve maneviyatlarını muhafaza edeceği yerde fertlere isyanı meşru kılmaktadır. Aynı minvalde nasiplendikleri her nimet için şükredecekleri yerde hırs ideallerini kemirip kibirlerini arttırmaktadır. Fertler daimî mesuliyetlerini bir tarafa bırakıp muvakkat (geçici) heves ve duygulara köle olmuşlardır. Bu teşekkül çağının şuur ve ruhu bundan ibarettir. Vaktiyle fazilet ve ahlak ülküsü uğruna ipe gitmeyi göze alan filozoflar, mütefekkirler, bilgeler bugün ömrü yarım asrı dahi bulmayan çürük ideoloji ve fikirlere esir olmuşlardır. İçtimaî buhranlar ara vermeden Avrupa kıtası dışındaki her beldede diktatörler peyda etmekte, felaketler ve kıtlıklar milletleri kırıp geçmektedir. İmparatorlukların fütuhat devirlerini geride bırakmakla övünen kütleler her gün farklı işgal ve musibetlere maruz kalmaktadırlar. Bu kütlelerin “toprakların bilfiil işgal edilme devri artık geride kaldı” şeklindeki iddiaları hakikatten nasibini almamıştır zira bu işgal emelleri son Cihan Harbi’nden sonra daha da umumîleşmiştir. Ruh, şuur, zihinlerin işgali suretiyle nesillerin tahakkümü devri başlamıştır. Beşeriyet günden güne müşterek ideallerinden feragat etmekte ve inkâra doğru meyletmektedir. Bu süfli inkârın ilk kurbanı şüphesiz ki din ülküsüdür. Bir zamanlar milyon kişilik orduların kılıç kuvvetiyle muhafaza olunan din mefkûresi bugün bir meczubun iki kelamıyla beşeriyetin baş düşmanı olarak teşhir edilmektedir. Bu menfî ve fecî gidişatın elbette bir reçetesi vardır. En azından bu terakki çağında, her çağda olduğu gibi, isyan edici bir bedenden ziyade yaşatıcı ve kucaklayıcı bir ruh ve bu ruh ile nizamlanan bir cemiyetin varlığı zarurettir. Garp Rönesansı bu nizamı inşa etmekten mahrum kaldı zira madde ve teknik ile meşgul olmaktaydı. Şarkın evlatları ise Garp aydınlanmasından asırlar evvel meydana gelen İslam Rönesansı ile bu nizamı mazide defalarca inşa etmiş bulunmaktadırlar. Bugün beşeriyetin, faziletin, ahlakın, idealin vaziyeti hiçbir devirde olmadığı kadar vahimdir. Bu hakikatten dolayı bütün beşeriyetin içinde can çekişmekte olduğu bu ümitsizlik çağını İlahî telkinler vasıtasıyla bir rahmet devrine döndürmek; irfan ve ahlâk düşüncesine sahip her ferdin ideali olmalıdır. Bu da evvela düşünen her ferdin genel ahkâm ve felsefesini; Kur’an’ı Hâkim’in yaptığı “insan tarifi”ne dayandırmasıyla mümkündür.